Yazımın başlığında neden “ikinci bölüm” kelimeleri var diye sorduysanız, hemen cevaplayayım. Avustralya Açık turnuvasından sonra çıkan Tenis Dünyası 102. sayısında Alexander Zverev’in birkaç senedir gösterdiği gelişmeyi detaylarıyla ve somut örnekler vererek gözler önüne sermeye çalıştım. Hatta tavsiyem, eğer vaktiniz varsa, bu yazıyı okumadan evvel Tenis Dünyası sitesine gidip o yazıyı okumanız olur. O zaman kanımca aşağıdaki satırlarda anlatmaya çalışacağım noktalar daha da netleşecektir.

Dergi yazımda Zverev’in 2017’den beri, ve özellikle 2019 Amerika Açık ve 2020 Avustralya Açık esnasındaki ilk servis yüzdesi, direkt puan vuruşları (winner), ve basit hata sayılarını temel alarak Alman raketin taktiksel anlamda uzun dönemli, istikrarlı ve olgun gelişme gösterdiğini anlatıp senenin geri kalan kısmında nasıl performans göstereceğini merakla beklediğimi vurgulamıştım. Hemen akabinde coronavirus krizi geldi ve o imkanı şu an oynanan Amerika Açık turnuvasına kadar bulamadık (beş aylık aradan sonra “Cincinnati” turnuvasında oynadığı tek maçı hesaba bilinçli olarak katmıyorum).

Bu satırları yazdığım Cumartesi günü itibarıyla Melbourne’da ilk defa bir Majör turnuvada yarı finale çıkarak kariyeri adına bir ilki gerçekleştiren Zverev, New York’ta ise bunun üstüne ekleyerek finale adını yazdırdı.

Hemen konumun özüne geleyim. Aslında Amerika Açık rakamlarına bakıldığında ilk yazımda belirttiğim rakamsal çıkışları Zverev'in devam ettirmediğini görüyoruz. Mesela finale kadar oynadığı altı maçta ilk servis yüzdesi %67,7, yani 2019 senesi ortalamasından bir damla daha iyi olmakla beraber Avustralya Açık’tan daha düşük. Aynı şekilde set başına bu turnuvada yaptığı basit hata sayısı (10), geçen seneki Amerika Açık sayısından daha az (12,4) olmasına rağmen sene başındaki Avustralya Açık’tan (8) daha yüksek.

Sadece direkt puan vuruşlarında lehine artış var. İlk yazımda belirttiğim gibi Amerika Açık'ta set başına 12 “winner” ortalaması ile oynayan Zverev bu sene Avustralya’da bu ortalamayı 11’e düşürmüştü ve yazımda buna sebep olarak kendisinin daha kontrollü puanlar oynayıp, bazen gereksiz yere risk alarak direkt puana gitmektense topu derin veya köşeye yerleştirip fileye gelme veya bir sonraki topu hazırlama düşüncesine yöneldiğini göstermiştim. Yani bu kategoride Melbourne’dan New York’a geçişte gözüken %1,3 orantılı yükseliş aslında bir artı mı veya eksi mi emin değilim açıkçası. Eğer fileye yaklaşma puanlarını saymış olsaydım daha net bir bilgi sunabilirdim sizlere ancak düşünmedim ve samimi olarak konuşmam gerekirse Amerika Açık sitesindeki bu kategori sayılarına güvenmiyorum. Zira onlara göre Borna Coric çeyrek finalde sadece üç kez fileye çıkmış ama maç hangi kurgu-bilim evreninde oynanıyorsa artık, rakibi 24 kez passing shot atma imkanı bulmuş!

Ama aslında buna da gerek yok bu seneki Avustralya Açık ve Amerika Açık performanslarını kıyaslamak için. Tahminimce bu hafta Zverev’in oynadığı Coric ve Pablo Carreno-Busta maçlarını izleyen kimse Alman raketin pek ahım şahım tenis oynadığını düşünmemiştir. Yani Avustralya Açık’ta yarı finalde elenmesine rağmen (Pazar finali rakibi Dominic Thiem’e yenilmişti dört sette) şu ana kadar New York’ta gösterdiği kort içi ve vuruş performansından daha iyi bir seviyede oynamıştı.

Ancak istatistiklere yansımayan ve en az onlar kadar önemli bir noktada Zverev şu ana kadar sınıfı yüksek notlarla geçmiştir. Kötü oynayarak kazanmak bir hünerdir. Sascha’nın 2017 veya 2018 versiyonunu hatırlayanlar bu tip maçlarda onun setler ilerledikçe mental açıdan çöküşe geçtiğini ve bunun performansına da yansıdığını çok iyi hatırlarlar. Harika oynadığı maçlarda bile birden boşluk yaşayıp kendini kaybeden, bağıran çağıran ve raketini yere vuran Zverev’i hatırlayanlar kendilerine şöyle bir soru sorabilirler: Sascha’nın o zamanlarki kafa yapısı şimdi olsaydı hem Coric’e karşı ilk setten sonra, hem de Carreno-Busta’ya karşı ilk iki setten sonra (ve iki maça da ne kadar kötü oynayarak başladığını unutmadan) maçları çevirebilir miydi?

Tabii bu kişisel bir fikir ve kimine göre cevap değişebilir, ama ikisini de kaybederdi dersem fazla eleştiri alacağımı sanmam.

Üstelik Coric’e karşı ikinci ve üçüncü setleri, her ne kadar ilk setten daha iyi oynamış olsa bile (daha kötü olamazdı zaten), yine de potansiyelinin altında kalan bir oyun sergileyerek kazanmasını bildi. Carreno-Busta’ya karşı ise çoğu insan o maça kadar 20 set oynamış Zverev’in iki set geriden kazanabileceğini hiç düşünmemişti. Halbuki beşinci set oynanırken kortta hâlâ zinde bir Zverev vardı. Ondan toplamda üç set daha az oynamış olan ve savaşçı yapısıyla bilinen Carreno-Busta ise ciddi yorgunluk belirtileri gösterdi.

İlk yazımda olduğu gibi bu yazıyı da aynı düşünceler ile kapatıyorum. Finalde ne olur bilemem ama Zverev’in “sindire sindire” ilerleyişi devam etmekte ve bu sadece istatistiklerde görünenin ötesinde bir gelişim. Zira bu dönemde dört Majör turnuvadan birini kazanmak hemen olmuyor. Oyun açısından ve mental açıdan basamakları yavaş yavaş ve planlı çıkanlar eninde sonunda Slam sahnesinde meyvelerini topluyorlar. Bakınız iki finalist. Thiem belki ilk Majör kupasını kaldıracak Pazar günü ama son beş senedir bahsettiğim basamakları çıkıyor. Yarı finalde de birkaç basamağı çabuk çıkmış gibi gözüken Daniil Medvedev’e karşı ustalığını gösterip (ya da Medvedev’in taktiksel hatası diyebiliriz, orası ayrı) final vizesini aldı. Zverev’in başarı çizgisinin Thiem’inkinden çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Kanımca ikisi arasındaki en belirgin fark Thiem'in 'all-court' oyununu benimsemekte Zverev'den iki adım önde olması, ama bu konuyu artık başka yazıda işlerim.

Roland Garros ve 2021 senesini, üç büyüklerin de dönüşü ile, iple çektiğimi söyleyebilirim. Ama şimdilik gözlerimiz New York’ta, kadınlar ve erkekler finallerinde. Tüm tenisseverlere iyi seyriler dilerim.