Kanımca son senelerin en heyecanlı ve bir o kadar da en kaliteli tenis oynanan Majör turnuvasına tenisseverler olarak şahit oluyoruz. Çeyrek finallere vardık. Sürpriz mi istersiniz, çekişmeli maç mı dersiniz, tanınmış isimlerin kalitelerini ortaya dökmelerini mi arzularsınız, yağmursuz gecikmeden program mı dersiniz, hepsi var. Hatta favori isimler bile maçlarını rahat kazanırken seviyelerini düşürmeden kazanarak, izleyenlere tenis ziyafeti sunuyorlar.


Bu son dediğim gruptan bir örnek mesela Simona Halep. Bakmayın Iga Swiatek'i 45 dakikada 6-1 6-0 yendiğine. Hakikaten bir tenisseverseniz, bu maçtan bile zevk almışsınızdır çünkü Halep’in makina gibi işlettiği, karşıdakine bir damla bile bedava su vermeyen harika geri oyunu ile son zamanların en etkili bacak çabukluğuna şahit oldunuz. İstim üzerinde olan, toprak kortun elit raketlerinden birini iş performansının en yüksek seviyesinde seyrettiniz. Rakibi olarak ise, belki bu maç ezilen, ama potansiyeli yüksek olan genç bir yetenek gördünüz (geçen senenin Wimbledon junior kızlar şampiyonu). Bakın, günün en az çekişmeli geçen maçının güzelliklerini yazmam bile bir paragraf sürdü. Artık düşünün diğer maçlar hakkında denilebilecekleri.


Zaten seyrettiyseniz, büyük ihtimalle şunlardan birini gördünüz:

- Erkekler dünya bir numarası Novak Djokovic’in formu hızla yükselmekte olan ve birçok ilk 20 oyuncusunun yavaş yavaş korkulu rüyası haline gelmeye başlayan Jan-Lennard Struff’a – ve seyreden milyonlarca kişiye – bedava “toprakta rakip nasıl geriye hapsedilir” kliniği vermesini.

- Serena Williams’i yenip sansasyon yaratan Sofia Kenin’e, varyeteli vuruşları ve keskin zekası ile son set 6-0 gibi bir skor üreterek, ona adeta “bir dakika, biraz daha bekleyeceksin” diyen Ashleigh Barty’yi.

- Harika bir maç sonunda erkekler tablosunda belki en derin ve sessizden giden isim olan Karen Khachanov’un (sebebini ben de anlamadım, hatta bu hataya kendimin bile düştüğümü hissediyorum) Juan Martin del Potro’yu saf dışı edip kariyerinde basamak atlama noktasına gelmesini.

- İlk üç maçını dörder sette geçtiği için hakkında “İkinci hafta yorulabilir” diye düşünenlere veya “Şimdi en zorlu rakibiyle oynayacak, öncekilerle zorlandıysa buna yenilebilir” diye yorum yapanlara Gael Monfils’i 6-4 6-4 6-2’lik skor ile, Fransızın en favori turnuvasında onu net geçerek oturaklı bir cevap verirken ayrıca formunu zirvelemeye başladığı sinyalleri veren Dominic Thiem’i ve harika “tweener” (bacak arası) vuruşunu.

- Benim göremediğim ama eminim birçok bu satırları okuyanın gördüğü (evet, itiraf ediyorum, kıskanıyorum görenleri) dünden kalan Kei Nishikori – Benoit Paire maçının heyecanın doruklarda dolaştığı dördüncü ve beşinci setlerini.

(Not: hazır lafı geçmişken, geçen hafta yazdığım Nishikori ile alakalı yazıyı okuyun görmediyseniz, benim size "demedim mi ben?" dediğimi görür gibi olacaksınız)

Yani o kadar çok güzel şeyler oluyor ki tenis adına, hepsinden bahsetmeye çalışırsam geceyi Roland Garros’ta geçirmek zorunda kalırım!

ERKEKLER VE KADINLAR FARKI
Sadece son bir konuya değinerek yazımı kapıyorum. Şahsen beni rahatsız eden bir konu ama sonuçta insanların da zevklerine karışmamam gerektiğinden sadece kendi şaşkınlığımı dile getiriyorum konu üzerine.

Genel olarak, ben kendimi bildim bileli, erkek maçları kadın maçlarından daha büyük ilgi çekiyor. Bunu inkar eden kanımca gerçekleri görmek istemiyor. Sebebi araştırılabilir, spekülasyon yapılabilir,  o kişilere kalmış bir şey. Ancak bu gerçeği kimse inkar edemez. Benim yaşamım suresince bu sadece 2000’li senelerin ilk birkaç senesinde değişmişti. Erkekler tenisinde tek yıldız isim olan Andre Agassi’nin son seneleriydi, Sampras 2002'de bırakmıştı ve henüz Roger Federer ve Rafael Nadal rekabeti başlamamıştı (2004 senesi start alıyor bu rekabet ama 2005 ve 2006'da tam kendini buluyor).

Kadınlarda ise yıldız isimlerden geçilmiyordu. Williams kardeşler turnuvaları süpürüyorlardı, Belçikalı ikili Kim Clijsters ve Justine Henin onlar ile başa çıkmaya çalışarak (ve arada sırada başarılı olarak, 2003 senesini 1 ve 2 bitirdiler) ortaya çıkmışlardı. Jennifer Capriati de dahildi bu elit gruba. Lindsay Davenport, Amelie Mauresmo, Anastasia Myskina gibi isimler ile derinlik vardı. Magazin kısmı bile Anna Kournikova sayesinde doruklarda idi.

O birkaç senelik dönem dışında hep erkekler tenisi daha fazla ilgi gördü. Ancak, bu sene Roland Garros’ta erkekler ve kadınlar maçlarına olan seyirci ilgisi arasında gözlemlediğim fark bir hayli yüksek. Mesela, hemen hemen her kortun yanından geçerken ilk hafta boyunca, erkek maçları oynanan kortlar tıklım tıklım iken kadın maçları oynanan kortlara giriş için çok daha az kuyruk vardı (veya yoktu).

Pazar günü ise, geçen senenin finalisti ve yedi numaralı seri başı Sloane Stephens ile 19 numaralı seri başı, iki sene evvelinin bir numarası, ve 2016 Roland Garros şampiyonu olan Garbine Muguruza’nın maçı neredeyse bomboştu! (1. fotoğraf). Herhangi bir açıklaması da yoktu bu durumun. Hava harika idi, akşama doğru erken bir saatte başlamıştı maç Chatrier kortunda.


Bir evvelki Nadal – Londero maçı neredeyse tıklım tıklım idi. Hadi tamam “O Rafa’dır" diyebiliriz ama Stephens – Muguruza gibi kadın tenisindeki en yüksek profillerden ikisine sahip oyuncuların maçı da bu kadar boş olmamalıydı. Aynı anda Suzanne Lenglen’de oynanan Wawrinka – Tsitsipas maçı ise dolup taştı.

PHILIPPE CHATRIER'İN KAPILARI AÇILDI AMA
Hatta bir adım daha ileri gideceğim şimdi. Bu durum Roland Garros organizatörlerinin de gözüne batmış olsa gerek, bir anons yapıldı ilk setin sonlarına doğru ve Roland Garros mekanında bulunan her bilet sahibine Philippe Chatrier kortunun açıldığı haberi duyuruldu. Dış kortlarda çiftler veya junior maçları seyreden “Annex” kortları bilet sahipleri de gelebilirdi artık Chatrier’ye. Sonraki iki-üç oyun esnasında nitekim 1000 kadar kişi geldi ve gölgeli olan sol tribün bir nebze doldu – “bir nebze” derken bir hayli cömert olduğumu düşünmüyor da değilim (2. fotoğraf). Üstelik bunlar tatil gününde oluyordu.


Bugün ise, yani iş haftasının ilk günü olan Pazartesi, Gael Monfils ve Dominic Thiem, daha tatsız bir hava altında maçlarını dolu tribünlere oynadılar (günün büyük kısmı çiseleyen yağmur altında geçti, her ne kadar ilk setin başlarında tekrar açmasına rağmen).


Bu son iki güne dair dediklerim benim aslında dokuz gündür gözlemlediğim tuhaflığı iyice gözler önüne serdi.

WTA de umarım bunu görüyor ve ciddiye alıyordur, zira liderlik konusunda bir süredir sınıfta kaldıklarına inanıyorum. Mesela Amerika gibi büyük potansiyele sahip bir kitleye televizyon anlaşması yapmayı beceremediklerinden iki sene boyunca Amerikan halkını kadın tenisinden mahrum eden WTA liderleri, demek ki ürünlerini pazarlama konusunda başarılı değiller maalesef.

Bir sonraki yazımda görüşmek ümidi ile.