Biraz da kendimizi, yani medyada haber yazan veya yorum yapanlar olan bizleri mahkeme huzuruna çıkaralım. Zira eski bir sporcu ve antrenör olarak ben bazen oyuncuların sabrına şaşırıyorum ve onları takdir ediyorum. Hatta "bazen" bile değil, bir hayli sıklıkta yaptığımın farkına varıyorum bazen.

Maçları bitince tenisçiler medya mensuplarının önüne çıkar, soru cevaplarlar. Her sporda olduğu gibi teniste de kurallar bunu gerektirir, kaçışları yoktur. Yapmazlarsa ceza alırlar, bir o kadar da nasihat. Maç kaybettikten sonra bunu yapmak özellikle hiç kolay değil. Düşünün 3 saat oynayıp hayal kırıklığı ile maç kaybetmişsiniz, belki 50 bin dolar, belki 100 bin, belki yarım milyondan olmuşsunuz ve dakikalar sonrası çıkıp hayatında belki bir kere bile tenis kortunda puan oynamamış kişilerin, ya da tenisten hiç anlamayanların sorularını cevaplayacaksınız. Üstelik bazılarının tek amacı sansasyon başlık bulmak iken.

Kendinizi bir düşünün, iş hayatınızda en hayal kırıklığı yaşadığınız günlerden birinde iş çıkışında, bir düzine(ler) medya mensubu geliyor ve size, “neler hissettiğinizi” veya “eve döndüğünüzde köpeğiniz ile mi vakit geçireceksiniz olanları unutmak için” gibi sorular soruyor.

Abarttığımı sanmayın. Bugün maçtan sonra Denis Shapovalov’a ilk sorulan soru “en çok ne üzdü seni?” idi. Tekrar düşünün. İş çıkışında o gün odaklandığınız bir projeyi bitiremediğinizi veya projenin başarısız olduğunu bir anlığına hayal edin. Bunun sonucunda haftanızın başarısız sona erdiğini ve akabinde $49.000 (225.000 TL) kaybettiğinizi buna ekleyin (Shapovalov bugün kazanamayarak bunu kaybetti). Ve bunun çöküşünü yaşamaya başladıktan 20-30 dakika sonra size mikrofonlar uzatılıp “En çok ne üzdü seni?” diye sorulduğunu düşünün. Daha fazlasını demiyorum, sanırım anlatabilmişimdir.

Shapovalov sorunun hak ettiği cevabı verdi: “Kaybetmek.” Daha fazlasını hak etmemişti o soru. Arkadan biri önündeki günlerdeki programını sordu. Denis bir veya iki hafta dinleneceğini, evde ailesi ve köpekleri ile vakit geçireceğini söyledi. Hemen arkadan soru geldi: “Köpeklerinin isimleri ne?”!

Kanadalı genç raket 19 yaşında olmasına rağmen tandığım 29, 39, hatta 49 yaşında olgun geçinen insanlardan çok daha fazla sakin cevap verdi, her ne kadar içinden neler geçtiğini yüz ifadesinden ben eski bir sporcu olarak anlayabilmiş olsam da.

Nick Kyrgios ise tam tersi. Hiç filtreleme yok. Anında bozuyor bu tip gereksiz veya sorumsuz gelen soruları. Diplomatik davranmıyor.
Soru: “Senin için kortta eğlenmek, zevk almak önemli mi? Bir puanda iki tweener vurmak gibi mesela... Önemli mi bu senin için?”
Kyrgios’un cevabı [soruyu dinlerken yan yan 10 saniye baktıktan sonra adama]: “.... çok önemli.... çok önemli...” [bu dört alçak sesle söylediği kelimelerden sonra adama bir 5 saniye kadar daha baktı].

Bir başkasını kendisine aldığı çeza ile alakalı sorusuna kısa kesen bir cevap verdi ve alaycı bir şekilde “iyi soru” diye fısıldadı başka tarafa bakarak.

Bugünkü diğer birkaç maç sonu basın toplantılarından demetler ile devam ediyorum.

Halep’e soru: “Çok erken elenenler var. Bu konuda senin teorin var mi?”
Cevap: “Hayır. Bunu düşünmüyorum. Bana da olabilir.”
Bir diğer soru Halep’e: “Toprak 10 üzerinden 10 ise çim ne?”
Halep: “Sekiz diyelim, sert saha da dokuz” (gülerek).

Nadal’a soru: “De Minaur ile oynayacaksın şimdi. Onun hakkında çok şey biliyor musun?
Cevap: “Biliyorum onu. İyi. Genç. Tehlikeli. İyi oyuncu. Bakacağız. Benim için zorlu iş.”

Djokovic’e maçın üçüncü setinde yaşadığı sakatlık ile alakalı soru soran üçüncü kişiye Novak’ın cevabı: “Ben bunu cevapladığımı biliyordum.” (ilk soruyu soranı gösterip hafif gülümseyerek).

Cilic’i yenen Pella’ya 2013’te geçirdiği sakatlık hakkında soru: “Ne sakatlığı idi?”
Pella: “İngilizcesini bilmiyorum. 2 ay sürdü iyileşmem. Kötüydü. Araştırın....”

Ve son olarak...

Stan Wawrinka’ya yenildikten sonra gelen soru: “Yine de bu son iki aydan pozitif bir mesaj almış olman lazım, değil mi?”
Stan: “Sizinle konuşurken pozitif olan her şeyi unutuyorum” (herkes güldü, Stan sadece gülümsedi).