Hayatımın bir numaralı tutkusu olan ve yaşamımda önemli rol oynamış (ve halen oynayan) tenis sporu hakkında yazmayı çok severim. Aktif oyuncu ve antrenörlük hayatımı geride bıraktığımdan beri (ki bu aslında bir tenisçi için tam anlamıyla gerçekleşmiyor sanırım) yaklaşık 10 senenin üstü bir süredir tenis hakkında yazıyorum. Hemen hemen her yazımı yazmaktan zevk almışımdır.

Ancak çok nadir bile olsa, bazen hiç işlemek istemediğim bir konu üzerinde yazı yazmam gerekiyor. Daha doğrusu tenis ile direkt alakasını pek göremiyorumdur ama sırf bilgilendirme adına yazmak zorunda kalırım. Mesela geçen sene yine Roland Garros’da Novak Djokovic çeyrek finalde Marco Cecchinato’ya yenilince apar topar medya merkezine gelmişti ve tuhaf bir basın toplantısı gerçekleşmişti. Açıkçası pek üstünde durulacak bir durum değildi, ilginç bir yan hikaye olurdu en fazla. Hele kortta oynanan tenisle hiç alakası yoktu. Bir sürü reyting meraklısı medya mensubu, konuyu dramatik hale getirip, Djokovic’i olduğundan kötü gösteren başlıklar ile hayranlarını galeyana getirme türünden taktiklere başvurup kendilerine reyting payı çıkarmışlardı. Yanlış bilgi bile kullanılmıştı veya olan bilgi bilinçli şekilde saptırılmış olarak aktarılmış, yoruma açık söylemler ile sosyal medyada çalkantı yaratmışlardı. Onun üzerine, orada bulunan biri olarak, hiç yorum katmadan olan biteni yazıma dökmüş, sadece sonuna (net bir şekilde belirterek) kendi kısa yorumumu koymuştum.

Ama yazmaktan pek zevk almamıştım. Zira tenis ile alakası yoktu. 

Televizyonda Amerikan dizileri vardır, hastanede geçer. Büyük ihtimalle siz de seyretmişinizdir. Bildiğiniz medikal drama dizisi (Grey’s Anatomy, House, son olarak New Amsterdam, vs). O dizilerin bir numaralı amacı nedir bir düşünelim. Doktorların yaptıkları ameliyat, anastezi laboratuarındaki makinaların nasıl işlediği, veya hastanenin finansal açıdan kendi kendine nasıl yettiği gibi konular ya çok az işlenir, ya da hiç işlenmez. Düşünsenize koltuğunuza oturmuşsunuz ve bir saatlik bölümün 47 dakikası bir ameliyatın nasıl yapıldığına bakmakla geçiyor ve yapan cerrah bir yandan neler yaptığını monolog olarak anlatıyor. Sonra 6 dakika boyunca ameliyat sonrası hastanın uyanışı gösteriliyor ve hemşireler prosedür icabı kendisine bilgiler aktarıyor ve doktor ziyarete geliyor. En son 7-8 dakikalık bölümde de o hastanın aile ferdleri geliyor, hemşirelere ve doktora teşekkür ediliyor ve aile ayrılıyor hastaneden. Ekranınızda bunu gördüğünüzü düşünebiliyor musunuz? Dizi yapımcılarının amacı bu tip bölümleri sizin ekranınıza getirmek midir? Tabii ki hayır, çünkü daha o bölümün sonunu getiremeden kanalı değiştirsiniz ve o diziyi defterinizden silersiniz. Kanala bir iki defa içinizden veya yükse sesle saydırma ihtimaliniz bile var sizin eğlence amaçlı vaktinizi harcadıkları için. 

İşte bu sebepten tekrar aynı soruya dönüyorum. Bu tip dizinin bir numaralı amacı nedir? Gözleri ekrana çekmek, dram oluşturmak, insanların duygularını harekete geçirmek, sonucunda iyi reyting sağlayıp reklam satabilmek. Senaryonun gerçeklere bağlı kalmaları şart değil, hatta çoğu zaman abartı durumlar sunmak gerekir istenileni elde etmek için. Bu sebepten yukarıda tanımladığım konuları bir saatlik bölümde çok az görürsünüz, hatta hiç göremezsiniz. Dizinin turu medikal drama olabilir ama sadece “drama” kısmı önemlidir. Bölümleri yazanlar bu unsurun üzerine eğilirler. Tıp konularını içeren detaylar pek işlenmez, taş çatlasa bölümün konusuna yanına garnitür olarak kullanılır.

İşte efendim bir doktor ile bir hemşire birbirlerine aşık olmaya başlarlar. Hemşireye aynı zamanda bir laboratuar teknisyeni aşıktır. Doktoru kıskanan teknisyen onun ceketinin cebine kimseden habersiz ufak bir torba eroin sızdırır. Akabinde hastanenin karşı kaldırımındaki ödemeli telefona gider (aslında artık 2019 itibarı ile ortalıkta pek kalmamış olan ödemeli telefonlardan bir adet ‘cart’ diye belirir o sokakta ve ekranda). Teknisyen heyecan içindedir ama sakin bir sesle, kim olduğunu söylemeden, doktorun bölümüne telefon eder ve “falanca doktor hastalara gizli eroin satıyor, şu an üstünde var ufak bir torba” der. Alarma geçen hastane sorumluları (dramatik müzik eşliğinde) doktoru ve cebindeki torbayı bulurlar. Doktor suçsuz olduğunu haykira dursun apar topar hastaneden çıkarılır güvenlik tarafından. Yavaş bir şekilde, yine dramatik müzik eşliğinde, kamera döner ve ilk önce ağlamaklı hemşireyi gösterir, sonra biraz daha döner ve gelişmeleri uzaktan seyretmekte olan teknisyenin haince gülümsemesini yakın plana alır ve bölüm son bulur. Sonra buna medikal drama denir.

İyi de Roland Garros bir televizyon dizisi değil ki. İki hafta boyunca kortlarda aktörler değil profesyonel tenisçiler oynuyor. Seviniyorlar, kazanıyorlar, yeniliyorlar, üzülüyorlar. Rol yapmıyorlar. Roland Garros’da tenis oynanıyor, medikal drama çevrilmiyor. 


Dünyanın çeşitli köşelerinden gelen bazı basın mensupları, kort dışında olan her şeyden dram üretmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Sansasyonel manşetler ile insanların duygularını depreştirip dikkat çekiyorlar, konu tenis olsun olmasın ne fark eder onlar için. Birçoğu zaten tenis ile büyümemişlerdir veya tenisi bir tutku olarak görmezler. Birkaçı için 'tenisten anlamıyorlar' bile diyebilirim. Aksi gibi istediklerini bu başlıklar ile, tavuk olmayan yerde yumurta üreterek buluyorlar. Özellikle bir oyuncuyu kötü gösterme imkanları olan malzeme geçmiş ise ellerine, hele popüler bir isim ise, hemen harekete geçiyorlar onun taraftarlarını galeyana getirmek için. Maalesef o tür taraftar da (sanırım Onur Akmeriç arkadaşımın çok güzel bir lafı vardı, “tenissever değil tenisçi sever onlar” demişti. Ben İngilizce konuşurken “single-player fan” terimini kullanıyorum) tabiri caizse, her zaman “gaza gelmeye” hazır.

İşte Cumartesi günü medya merkezinde yaşanan Serena Willams ve Dominic Thiem odaklı haberlerin de türü bu. Yani aslında ne tam bir haber var ortada, ne de bir tartışmaya açık dram. Hele hele tenis ile hiç alakası yok. Tam bir magazin köşesi konusu.

Şimdi neler oldu onu kısaca anlatayım. Aynı geçen sene Djokovic ile yaşananları anlattığım yazıdaki gibi, bu aşağıdaki kısımda tamamen şahit olduklarımı, hiç yorum katmadan size aktarıyorum.

Medya merkezinde anons yapılıyor ve Thiem’in basın toplantısına 20:30’da ve arkasından Willams’ın kendisininkine 20:45’de geleceği haber veriliyor. İkisinin de arka arkaya ana salonda olacağı söyleniyor. Bu tip bir anons prosedür icabı oyuncular ile mutabık kalmadan yapılmaz. Yani oyuncular salonunda bir medya merkezi sorumlusu, ana merkezdeki ana sorumlu ile kontak halinde olur, oyuncu ile konuşulur, oyuncu ne zaman gelebileceğini söyler, merkezdeki onaylar ve saat belirlenir. Haliyle hem Thiem önceden 20:30’da medya merkezinde olması gerektiğini biliyor, Williams'da 20:45'de.

Thiem’in toplantısı başlıyor ama Williams zamanından on dakika evvel, medya merkezine geliyor. Tabii Thiem’in toplantısı hala sürdüğünden ana oda müsait değil. İngilizce sorular bittiğinden Thiem’in salonunda sadece Almanca gazeteciler kalmış oluyor o anda. Sayıları biraz daha az ama yine yaklaşık 10-15 kişilik bir grup soru sormaya devam ediyorlar.

Beklemesi gerekeceğini anlayan Williams bunu kabul etmiyor ve basın toplantısını hemen yapmak istiyor. İki numaralı odanın boş olduğu herkes tarafından görülüyor (çünkü ana salona girmek için beklenen yerin hemen orasında, kapı açık ve içi boş). Serena iki numaralı salonda yapabileceğini söylüyor. Medya merkezi sorumluları nispeten daha küçük olan bu salona herkesin sığamayacağını düşündüklerinden ana salona geçmesini uygun görüyorlar. Beklemek istemeyen Serena ise tavır koyuyor ve bir çözüm bulunması için merkez sorumlularına baskı yapıyor. Bu kısmından yüzde 100 emin değilim (ama hemen hemen eminim), ama anlaşılan beklemeyeceğini söylüyor. Bunun üzerine medya sorumluları Thiem’in ana salondaki basın toplantısına girip onun ve oradaki gazetecilerin iki numaralı salona geçmesini söylüyorlar.

Durumu pek kavramamış olan Thiem söylenileni yapıyor ve geçiyor. Geçerken anlıyorlar ki Williams gelmiş ve onun toplantısının yapılması için onların toplantı ortasında yeri değiştirilmiş. Pek görülmemiş bir şey olduğundan ve birkaç dakikalık gecikmeye sebep olduğundan, Thiem hoşnut kalmıyor. İki numaralı odaya geçtiğinde yanındaki görevliye sitem ediyor. Niye Serena’nın toplantısı için kendilerinin yer değiştirmeleri gerektiğini anlamadığını ve bunu saçma bulduğunu dile getiriyor.

İşte olanların özü bu.

Yoruma açık olmayan iki-üç şeyi tekrarlayayım çünkü akabinde sansasyon yaratıp sosyal medyada takipçi arttırmak isteyen birçok yabancı medya mensupları yanlış bilgi verdiler:

(1) Williams Thiem’in ana odadan çıkarılmasını talep etmedi.
(2) Thiem’in kızgınlığı Williams’a değildi. Basın toplantısının ortasında salon değiştirmek zorunda bırakılmasına tepki gösterdi.
(3) Williams’ın tavrından beklemeyeceği belliydi, medya merkezi sorumlularının hemen bir çözüm üretmeleri şarttı.

EĞER BİR SUÇLU VARSA ONLAR MEDYA MERKEZİ GÖREVLİLERİ

Şimdi ise kendi yorumlarımı buraya yazacağım. İsmi üstünde, görüşlerim bunlar, ondan haliyle tartışmaya açık, katılırsınız veya katılmazsınız, sizin kararınız. Şahsen bu yazıdan sonra pek tekrar ziyaret etmeyi arzulamadığım bir konu.

Eğer birine kabahat bulunulacaksa, bu kişiler en başta medya merkezi sorumluları. Geçen sene Djokovic ufacık salona girdiğinde ne mikrofon ayarı yapılmıştı ne ışıklar vardı. Ama sonuçta olağanüstü bir durum ve herkes bir şekilde içeriye sığdı. Duvarlara yaslanarak, ayakta durarak, öyle veya böyle, mikrofonsuz, zor şartlarda da olsa basın toplantısı yapılmıştı. 

Bu seneki medya merkezinin yeri değişti. Bir seneliğine (anladığım kadarı ile) geçici olarak eski Roland Garros müzesine geçildi. Müzenin eski konferans odaları basın toplantıları için kullanılıyorlar ve iki numaralı salon geçen seneki iki numaralı salondan daha büyük. Üstelik ses sistemi ve her şey her an çalışır durumda. O salona geçmek en makul çözüm olurdu. Hele geçen sene Djokovic olayındaki salona o kadar kişi sığabildiyse, kanımca bu salona geçen seneden benim gördüğüm kadarı ile daha az sayıda bulunan basın mensupları pekala siğarlardı.

Hadi bu olmadı diyelim. O zaman Williams’a basit ve net bir “Hayır, 20:45 dedin, erken geldin, 7-8 dakika bekleyeceksin, kusura bakma” denilebilirdi diplomatik bir şekilde. O da mecburen beklerdi veya dinlemez giderdi (cezası var) onun bileceği iş. Ama Thiem’e yapılan kesinlikle doğru değildi.

En son olarak Williams’ta da bir nebze kabahat var. Thiem zaten herkes tarafından, buna ATP ve WTA oyuncuları dahil, çok sevilen bir tenisçi. Onu göz önüne alıp, ayrıca kendisinin de dediği saatten erken geldiğinin farkına tekrar varıp, beş dakika, taş çatlasa yedi-sekiz dakika bekleyebilirdi. Sonuçta herkesin iki ayağını bir pabuca sokan en başta onunla mutabık kalınan zamandan daha evvel gelmesi ve gelince hemen ona ayak uydurulmasını beklemesi. Ama beklemek yerine orada çalışanlara ciddi baskı kurmayı tercih edtti. Merak ediyorum ana salonda Thiem değil de, Nadal, Halep, Djokoviç, Kerber veya Federer olsa yapar mıydı veya merkez sorumları girip bu isimlere ikinci salona gitmeleri gerektiğini söyleme cesaretinde bulunabilirler miydi? Hiç sanmam.

Burada olan konu ile aslında hiç alakası olmayan Thiem’e oldu.

Ama bütün bunları bir kenara bırakalım, bu beş dakikalığına cereyan eden olay haber bile olmazdı eğer medikal dizi taktiği kullanan birkaç medya mensubu olmasaydı. Yerine tenis konuşulurdu ve ben bu yazıyı yazacağıma dünkü maçları yazıyor olurdum. Umarım bu tip yazıları senede bir defadan fazla yazmak zorunda kalmam. Hatta dileğim hiç bu tip doktor-hemşire-teknisyen hikayelerinin tenis haberlerinin yerine geçmemeleri. Zira bu haberin bu kadar büyütülüp Roland Garros’un yedinci gününde en çok konuşulan haber haline gelmesi kanımca bir nevi skandal.

Şimdi tenise tekrar dönelim.

New Amsterdam hastanesinden... pardon. Roland Garros’tan herkese saygı ve sevgilerimle.