Bu seneki en büyük rakibi Andy Murray’i 3-6, 6-1, 6-2, 6-4 yenen dünyanın tartışılmaz bir numaralı raketi Novak Djokovic bu zafer ile palmaresine Roland Garros kupasını eklemekten çok daha fazlasını başardı. 12. majör turnuvasını kazanmakla beraber, hem kariyerinde dört majörü birden kazanmış oldu (kariyer slam), hem 45 yaş veya daha genç okurseverlerin hayatlarında şahit olmadıkları bir başarı olan Nole Slam’ı (dört majörü arka arkaya kazanmak) gerçekleştirdi, hem de başarıların belki de en büyüğü olarak kabul edilen, Open döneminde bir tek Avustralyalı Rod Laver’ın 1969’da gerçekleştirebildiği, Grand Slam şansını devam ettirdi. Daha da ötesi tarihin gelmiş geçmiş en iyi tenisçisi olmak konusunda çok önemli bir adım attı. Laver, Bjorn Borg, Roger Federer, Rafael Nadal gibi sayılı isimler grubuna adını sağlam bir şekilde dahil etti. Kendisi dışında bu listeden iki tenisçinin daha kariyerini halen devam ettirdiğini göz önüne alırsak, önümüzdeki seneler bu başlık altında daha çok tarih yazılabileceğini görürüz. Ancak Djokovic’in form durumu ve son senelerde domine edişini dikkate alırsak, gelecekte başarı dosyasını en çok kabartma şansı olanın kendisi olduğunu inkar edemeyiz. Özellikle 2016’da Wimbledon ve Amerika Açık turnuvalarını da kazanıp Grand Slam’ı başarırsa, tüm zamanların en iyi oyuncusu tartışmasında önemli bir koz sahibi olacaktır. Ama bu tartışmayı başka bir zaman bırakalım ve konumuzu teniste tekniksel ve taktiksel konular ekseni etrafında tutalım.

Aslında tenis açısından Djokovic’in bu statüye erişirken kat ettiği yol, yukarıda saydığım diğer oyuncuların yolundan farklı değil. Hepsi kariyerlerinde en başta bir zeminde ustalaşıp dünyanın en iyisi oldular. Daha sonra ilerleyen senelerde oyunlarını adapte edip, eksik olan kısımları çalışıp, olağan oyunlarına ekleyerek diğer zeminlerde başarıyı yakalamasını bildiler. Federer toprakta oynayamayan bir oyuncu zaten hiçbir zaman değildi. Ama oyun modelini en çok hızlı zeminlere göre şekillendirdi. 2003’te ilk Wimbledon’ı kazandıktan sonra, Avustralya ve Amerika Açık da eklendi. 1 numaraya çıktı. 2005’ten sonra da toprak kortta da dominant bir oyuncu oldu. Nadal’ı 2008’e kadar aşamadı (sanırım bunun istisnalığını her tenis izleyen anlar) ama 2009’da nihayet toprak kortta da en iyi oyuncu idi ve Roland Garros’u kazandı. Kariyer slam’i de böylece tamamladı. Aynı şekilde Nadal en başta toprak kortta üstünlüğünü kabul ettirdi. Sonra sırası ile volesini, servisini ve düz, sert vuruşlarını geliştirdi, raketi geri alışını hafif kısalttı ve nihayet Wimbledon, arkasından da Amerika Açık turnuvalarını kazandı. Böylece o da kariyer slam’i gerçekleştirdi. Laver da o zamanın her Avustralyalı oyuncusu gibi hünerlerinden en çok çim kortlarda faydalandı. Ancak Roland Garros’u kazanması için (Open döneminde), toprakta adeta bir makina gibi oynayan, çabuk bacaklara sahip Ken Rosewall’i alt etmesi gerekti. O da bunu 1969’da başardı ve teniste en zirve başarı olan Grand Slam’ı Open döneminde hanesine yazdıran tek tenisçi olarak tarihe yerleşti. Borg ise Amerika Açık turnuvasını hiç kazanamadı. Dört defa finalde yenildi. Bu kaybettiği finallerden biri toprakta, biri çimde, iki tanesi sert sahada idi. O zamanlar tepedeki hiçbir oyuncu zaten Avustralya Açık’ı oynamıyordu. Borg’un 1980 ve 1981’de finalde John McEnroe’ya yenilmesi, oyununu sert sahaya adapte edemediği anlamına gelmemeli. Borg zaten sert sahada senelerdir turnuva kazanıyordu ve çim kortların açık fark ile en hızlı oldukları dönemde (şimdiki çim ile alakası yok, o zamanlar parkede oynamak gibi bir şeydi) Wimbledon’u beş kez üst üste kazanmıştı. Daha ilginç olan, toprakta Roland Garros’u kazandıktan iki hafta sonra gidip en hızlı kort olan Wimbledon’ı da kazanmayı üç ayrı sene başardı.

İşte Djokovic de bu tenisçilerin yolundan geçti. Zaten onlar ile aynı kategoride anılmak için bu gerekiyordu. İlk önce sert sahada başarıyı buldu. 2011 ve sonrası servisine konstantre oldu. Önceden problem olan bu vuruşunu bir silaha çevirdi. 2010 ve evvelinde hem teknik açıdan hem de pratik açıdan repertuvarında neredeyse olmayan volelerini her yönden geliştirdi. Bunların sonucunda Wimbledon’ı 2010’lu senelerde üç defa kazandı. Bir yandan backhand slice vuruşuna odaklandı ve varyete vuruşları çalıştı. Şimdi Djokovic hem slice, hem drop shot vurabiliyor, hem de istediği zaman kısa çaprazlara başvuruyor. Artık her sahada domine edebilen bir Djokovic var tenisseverlerin huzurunda.

Dikkat ederseniz yukarıdaki isimlere Pete Sampras’ı eklemedim. Zira kendisi bu konuda eksik kaldı. 14 majör kazanırken ve senelerce bir numara kalmayı başarırken, toprak kortta hiçbir zaman üstünlük sağlayamadı ve herhangi bir dönemde en iyi beş toprak kort oyuncusu arasına girmekte bile güçlük çekti. 1994’te Roma’yı kazanmış olabilir (ki finalde kariyerinde hiç toprak kort turnuvası kazanamamış Boris Becker’i yenmiştir), 1995 Davis Cup finalinde Rusya’nın iki as oyuncusu Yevgeny Kafelnikov ve Andrei Chesnokov’u toprakta yenerek ülkesine kupayı getirmekte büyük rol oynamış olabilir, 1996’da ise Roland Garros yarı finaline çıkmış olabilir. Ancak 1988’den 2001’e kadar uzanan, diğer boyutlarda efsane sayılabilecek kariyerinde toprak kort başarıları yukarıda saydıklarımdan öteye gitmemiştir ve kazandığı toplam 64 turnuvadan sadece üç tanesi bu zeminde oynanmıştır. Roland Garros’ta ise bir yarı final hariç hep daha erken, çoğu zaman da ilk haftada elenmiştir. Nedense diğer elit tenisçilerin gösterdiği “mükemmelin peşinde koşma” inatçılığını bu konuda göstermemiştir.

Bir gün gelip Djokovic, Nadal ve Federer’in yerine geçecek olan yeni nesil (Thiem, Nishikori, Raonic, Dimitrov ve diğerleri) oyuncularının bu detaya önem vermesi gerekir. Her ne kadar tenislerinin tamamını geliştirmeyi hedefleseler de, ilk önce bir zeminde iki adım öne geçmeye çalışmalıdırlar. Mesela Raonic çimde, Nishikori sert saha da, Thiem de toprakta yapabilirler bunu. O zeminde dünyanın en iyisi olduktan sonra, o oyun stilinde 1 numara olmayı tattıktan sonra, daha doğrusu öğrendikten sonra, eklemeler daha az sıkıntı ile gelir. Mesela Dimitrov şu anda bu konuda bir boşluk yaşamaktadır. Hedefini çizememiştir. Her yönden yetenekli olmasına rağmen oyun stili hedefini henüz çizmeyi becermemiştir. Hem geriden en iyi oyuncular kadar kadar spin vurup topu oyunda tutmaya gidebilen, hem de hızlı sahalarda başarılı olabilecek kadar büyük vuruşları olan bir oyuncudur. Ancak bir türlü hiçbir zeminde dünyanın en iyisi, hatta en iyi beş oyuncusu arasına girebilmiş değildir. Bu hataya düşen oyuncular çok olmuştur geçmişte, örnekler çoğaltılabilir. Ama tepedeki bir tenisçinin hedefi tarih yazmak ise, Djokovic ve diğerlerinin geçtiği yoldan geçmelidir. İşte bu oyuncular tenis tarihini yazarlar, rekor üstüne rekor kırarlar ve isimleri unutulmaz. Tüm zamanların en iyi oyuncusu tartışmasını şu anda, daha henüz üç tanesi kariyerlerini bitirmemişken yapmak, konumuzun dışına çıkar. Djokovic bundan sonra tüm zamanların en iyi tartışmasında zaten yerini alacaktır, almayı hak etmiştir. Ama en azından tenisin promosyonu ve spor olarak büyümesi açısından Djokovic’in bu kervana katılmış olması çok iyi bir sinyaldir.

Erkek tenisi iki altın dönem yaşamıştır Open tarihinde. İlki Connors, Borg ve McEnroe dönemidir, ikincisi ise son 10 senedir yaşamakta olduğumuz Federer, Nadal, Djokovic dönemi. Yan aktörler olarak onlara ilk dönemde Vilas, Gerulaitis, Lendl, Nastase gibi oyuncular, bir sonraki dönemde ise Murray, Hewitt, Safin gibi isimler katılmıştır. Ama bu dönemlerin “altın” olmalarının sebebi, işte bu mükemmelin peşinde koşan elit oyuncuların lokomotif gibi tenisi ve tenisseverleri peşlerinden sürüklemeleridir. Djokovic şu anda gelmiş geçmiş en iyi oyunculardan biridir. Ama diğer birkaç isim gibi bununla yetinmeyecek, mükemmelin peşinde koşmaya devam edecektir. Tenis sporunu ön planda tutmaya, bir nevi sporun elçisi olmaya devam edecektir. 1 numarada kalmaya daha ne kadar devam edecek, onu zaman gösterecektir.