Böyle havaalanı gördünüz mü bilmem. Uçak karaya değil sanki denize iniyor. Trabzon bu; tabiatın, gökyüzü ve denizin maviliği dışında kalan yerleri, yeşilin farklı tonlarıyla boyadığı, denize bazen yavaş yavaş, bazen de dimdik inen dağlarıyla, muhteşem güzellikteki Karadeniz Bölgesi’nin, biraz bakımsız diyebileceğimiz kenti. Fakat bir spor salonu yapmışlar, etkilenmemek elde değil. Yöresel yemeklerden guymak, mıhlama, turşu kavurmasını da tattıktan sonra Hayri Gür Kapalı Spor Salonu’na doğru yola çıkabiliriz. 

Modern ve tertemiz görüntüsü ile bu salonu beğeneceksiniz. İçeri girer girmez göreceğiniz 16 masa, 60-70 cm yükseklikte panolarla birbirinden ayrılmış. Aralardaki yollar kırmızı halı kaplı. Amaç belki o değil ama panoların koyu yeşiliyle, halıların kırmızı tonu hoşa giden bir uyum sağlamış. Yukarıdaki devasa ekranlarıyla led skorbordu görünce kendinizi bir anda  NBA basketbol maçlarında sanıyorsunuz. Oysa ben sizi Müesseler Arası Türkiye Masa Tenisi Turnuvası’na getirmiştim. “Ne işim var benim burada?” demeyin. Birazdan tenise bağlayacağım.

Led skorbordda çok güzel bir sunumla turnuva başlıyor. Kura çekimi tamamlanmış. Anonslarla maçlar dağıtılmaya başlandı bile. Masamıza gidiyoruz. Her masada olduğu gibi bizi de bir hakem karşılıyor. Hakemlerin hepsi şık, tek tip kıyafetler içinde. Lisanslarımızı alıyor, maç çizelgesini dolduruyorlar. Onların komutasında, Türk Sporu için üç defa “ Sağol !” diye bağırdıktan sonra maçlara başlıyoruz. Arada çevreme şöyle bir bakıyorum. Hiçbir maç hakemsiz oynanmıyor. Aklınıza gelebilir. “Koskoca Türkiye Şampiyonası yapılıyor. Elbette hakem olacak “diyebilirsiniz. Ama yanılırsınız. Normalde Federasyonun organize ettiği tüm maçlarda iki hakem görevlidir. Bunun iki nedeni var. İlki masa tenisçiler geçimsiz sporcular. Diğeri masa tenisi o kadar hızlı ki. Fair play’e vakit kalmıyor. Şaka bir yana bazı maçlarda iki hakem de yetmiyor. Maçı üç hakemin birlikte yönettiği bile oluyor. Birisi maçı yönetirken diğeri skorbordu değiştiriyor, sonuncusu ise servisin kurallara uygunluğunu denetliyor. Biz Milli Takım Seçmeleri sayılan klasman turnuvalarında, finaller dahil fair play yapıyor, hakemsiz oynuyoruz. Bunlar ise iki hatta üç hakemle maç yapma konforu yaşıyorlar. Birileri masa tenisçilere fair play’den söz etmeli. Hem hakemlere de rica etmeli. En azından klasmanlar turnuvalarında gelip bize kule hakemliği yapsınlar. 

Devrim Arabaları adlı bir film vardı, hatırlarsanız. Onu çağrıştıran bir tenis hikâyesi duydum. Sizinle paylaşmak istedim. 

Bunun için biraz gerilere götürmeliyim sizi. Kimileri için o dönemlerin müzikleri hala vazgeçilmezdir. İşte o zamanlar. Çok emin olamadığımdan ismini yazamadım. Çok iyi tenisçi olan bir ağabeyimiz aynı zamanda gözü kara bir girişimci olunca Türkiye’de top üretmeye karar veriyor. Epeyce uzun süren araştırma ve denemelerden sonra oldukça kaliteli toplar üretir hale geliyor. Öyle ki, usta oyuncular bile antrenman için bu topları tercih etmeye başlıyorlar. Ancak top ithalatçıları ilerisini görüp, kendi aralarında anlaşıyor, top fiyatlarını düşürüveriyorlar. Bu da yerli top üretiminin sonu oluyor. Şu günlerde kalitesi çok düşmüş toplarla oynarken, bu girişimci ağabeyimizi saygıyla anıyorum. Elbette yerli üretime destek, yerli ürün tüketimine öncelik vermek en başta bir devlet politikası olmalı. Ama bize de biraz iş düşüyor. Hemen eskiyen, kutusunun kapağı açılır açılmaz her biri farklı özellikte zıplayıp, oyunu zevksiz hale getiren toplar sizin de canınızı sıkmıyor mu?  Sıkar elbet!  Önce, ucuz diye yabancı mala sarkarsan, zamanla milli üretimini yitirip dışa bağımlı hale gelir, gitgide kalitesi düşürülen yabancı toplarla oynamaya mahkûm olursun. Keşke şimdi zoraki gösterdiğimiz hoşgörüyü önceden yerli toplara, yerli üretimlere verseydik. Yerli firmalarımız güçlenseydi. İşte tek tek bireyler olarak gidişatın belirlenmesindeki rolümüz de burada ortaya çıkıyor. Eskiden “Yerli malı kullanmalıyız” düşüncesi yaygındı. Şimdi genç arkadaşlarıma hatta yaşıtlarıma bakıyorum da, bu değerler ne kadar da gerilerde kalmış.