Benim için kendi vatanımdan sonra Fransa vazgeçilmezdir. Mutlaka nice daha güzel yerler vardır. Ama Fransa tabiatın güzelliğini, kültürü ve günlük yaşamının albenisiyle büyük bir başarıyla kaynaştırmıştır. Paris ise adı üzerinde “aşıklar kenti” . Daha ne!

Konumuz tenis ve ben aynı hisleri bu hafta başlayacak Fransa Açık yani Roland Garros Turnuvası için besliyorum. Çoğu tenisseverin aksine Roland Garros benim için turnuvaların en çekicisidir. Zira orada başta sporcular olmak üzere herkes insanoğlunun baş edemeyeceği yegâne güç olan tabiat ile karşı karşıyadır. Hiçbir kortun üzeri kapanmaz. Güneş yakar, şeytan-tozu diye adlandırılan o kiremit tozundan zeminin ısısı dayanılmaz bir hal alır, oyun sürer. Yağmur çiseler, oyun devam eder. Başka turnuvalarda iki damla düştüğünde oyun ertelenirken burada şartlara uygunluk göstermek gerekir. Biraz önce lastik gibi sıçrayan top ağırlaşır. Vurdukça sanki kolunuz omzunuzu alıp götürmektedir. Koşmak değil yürümekte zorlanırsınız. Bacaklarınız betonlaşır, şov süregelir.

Yağmur şiddetlenir, top toplayanlar örtüsünü örterler… Oyuncular bekler. İzleyiciler şemsiyelerin altına girerler beklerler. Sanki bir kahvedeymişçesine sohbet koyulaşır. Organizatörler “B” planını devreye sokmak üzere son rötuşları yapar. Onca maç ertelenmiştir ne olsa. Lakin öylesine ustalaşmışlardır ki en ufak bir aksama olmaz. Yağmur diner ve “business as usual” işler kaldığı yerden devam eder. 

Yani anlayacağınız çok titiz bir bireyseniz Roland Garros’a gitmeyin. Gitmeyin ve şikayet edip “Yahu bir tane çatı yapamamışlar mı” gibisinden ukalalıklar etmeyin. Tekdüze yaşantınızda robotlaşmamış, mekanikleşmemiş minicik detaylar kalsın. Çevreniz pek kısa bir zaman sonra androidimsi bireylerle çevrelenince çok ararsınız o minicik detayları! O minicik detaylar ki; Olur da erken çıkmak zorunda kalırsanız, elinizdeki bileti okutmak zorunda kalırsınız…Sizin boşalttığınız yere kapıda bekleyen talebelerden birini parasız alabilsinler diye.

Roland Garros’ta farklılık her konuda kendisini gösterir. Herkes her türlü bilinmezi bekler adeta. Başrol hava şartlarındadır. Oyuncular sabah antrenman yaparken her şey yerli yerindedir. Kendilerini buna göre maça hazırlarlar. Halbuki öğlen sahaya çıktıklarında şartlar tümüyle değişmiştir. Ritim tümüyle farklı olmak zorundadır.

Ağır-abilerle ablalar kendilerini nelerin beklediğini bilemezler. Genellikle fikstüre baktıklarından eşdeğerlerini nerede bulacaklarını kestirebilirken Paris’in bu toz toprak içindeki kortlarında karşılarına tam bir serseri-mayının çıkması olasıdır. Onun için en olmayacak oyuncu, en olmayacak rakibin karşısında bocalar. Sahadan başı önde çıkması beklenmedik değildir.    

İzleyiciler tenisin tüm kültürüne sahip olmakla birlikte resmen taraf tutarlar. Sahada oynanan maçla bütünleşirler. Ancak hoşlarına giden bir maçın uzaması için yitik tenisçiyi geri getirip skoru çevirttikleri az görülmemiştir. Hele ki kortta bir vatandaşları olsun.

Sanmayın ki bu durum salt ana-kortlarda oluyor. Hiçbir Grand Slam turnuvasında yan-kortlar Paris’teki kadar dolmaz. Her kortun adeta kendisine mahsus bir izleyici kitlesi vardır. Kortlar arası trafik inanılmaz yoğundur. Geçerken itilip kakılabilirsiniz! 

İşte bu yüzden Roland Garros en zor Grand Slam turnuvasıdır. Benim için de en zevklisi.

Serena Williams, Sharapova ve Federer’in olmadığı bir Roland Garros’a girerken İspanyol Boğası adeta tek favori olarak betimleniyor. Onun topraktaki üstünlüğü tartışılmaz. Üstelik Murray’in formsuzluğu, Djokovic’in kendini arayış çabaları, ilk 5’in 30 üstü oyunculardan kurulu olması ve gelecek-nesil olarak adlandırılanların başında gelen Thiem ve Sacha Zverev’in bir türlü süreklilik sağlayamamaları Nadal’ı fazlasıyla ortaya çıkarıyor. Amma velakin ben sizlere yine de olmadık sürprizlere hazır olun derim.
Kadınlarda ise tam anlamıyla bir kaos var. Serena adeta ardında kraliçesiz bir arı-kovanı bıraktı ! Kimin ne yapacağı üzerinde kesin bir belirsizlik var.
İyi izlenceler.
Hoşkalın.