“Benim karakterimi oluşturan, çocukluğumdan kalan anılardır. Çok yıpratıcı zamanlar yaşandı. Çaresiz ve perişandık. Kimin, neyin, ne zaman ve ne şekilde başımıza çökeceğini bilemediğimiz bir dönemdi.  Saklanmak için başımızı sokabileceğimiz bir yerimiz bile yoktu. Birçok masum insan öldü. Neredeyse tüm çevremiz yıkıldı. Kalıntıları hâlâ duruyor.” 

Bunları böyle anımsayan genç adam o zamanlar 11 yaşında bir çocuk! Gündüzleri tenis oynamaya, akşamları da atılan bombalardan korunmaya çalışırken çocuk haliyle acaba ne algılıyordu? Kendisi bu soruyu şöyle yanıtlıyor: 
“İşler ters gitmeye başlayıp, ardından feci  bir şey olunca genellikle herkesin sorduğu şudur: Neden ben? Neden bana? Neden bize?  Ben de o zaman kendimce bunu sorguladım. Çok basit bir yanıt buldum. Çünkü onlar güçlüydü. Gerçek buydu. Onlar erkti.”
 “Şimdi ise olgun bir insan olarak size doğrudan şöyle bir yanıt verebilirim: Birçok canlının ölümüyle sonuçlanmış bir şiddet eyleminin doğruluğuna, haklılığına beni kimse inandıramaz. Öldürülen çocuklara, parçalanan ailelere, harap olmuş kentlere, hastalıktan kıvranan insanlara böyle bir eylemi haklı gösterecek yanıt mı olur? Hiçbir savaşın iyisi yoktur. Tanrı’ya şükür ki artık bunun olmaması için çaba veren insanlar var.”

HER ŞEYE RAĞMEN
Yıllar sonra bu felaketin içinde dengesini hiç yitirip yitirmediği sorulduğunda artık delikanlılığı da aşmış genç adamdan alacakları yanıt şu olacaktı: “Bombaların yağdığı ilk birkaç hafta, açıkçası ne olduğumu anlayamadım. Bombalar yüzünden birkaç aya yakın bir süre, her geceyi sabaha karşı iki ya da üçte kalkıp, saklanmaya çabalayarak geçirdik. Şimdi o zamanları iyimserlikle  anımsamaya çalışıyorum. Okula gitme zorunluğu yoktu ve ben daha fazla tenis oynayabiliyordum. Bu hepimizi daha dirençli yaptı. Başarıya olan açlığımızı arttırdı.”   

Oğlanın arkadaşı olan bir kız vardı. Beraber büyüdüler, birlikte tenis oynadılar. Kıza olan bağlılığı, ona fena halde abayı yaktığı türünden bir mahalle dedikodusu şeklinde almış yürümüştü. Hakikaten de aralarında fevkalade bir sevgi vardı. Ama bunun sonraları ne şekle büründüğüne dair bir açıklama getiren şimdiye kadar olmadı. İşte burada söz konusu ettiğimiz kızcağız,  konuya bir başka olgunlukla  yaklaşıyor. 

“Belirli bir sığınak yoktu. Kentin mimarisi bu düşünülerek yapılmamıştı. Zaten kim böyle bir şey düşünüp sığınak inşa eder ki? Bombalardan kaçınmak için yer altında bir korunak aradığımız ilk günden sonra ailem ‘Biliyor musun, vurulursak nasılsa olan olacak. Yapacak bir şey yok.’  dedi ve böylece iki katlı evimizin giriş katının ardındaki odayı sığınak belledik. Yaşantımızı uzun akşamlar o minicik odanın içinde sürdürdük. İnsanlar sanki toto oynar gibi hangi gün, çevremizde nerenin bombalanacağı üzerine tahminler yürütüyordu. Bombaların bazıları epey yakınımıza düştü. Emin olun hiç hoş değildi. Ben tüm çocukluğumda yalnız uyuyamazdım. Dolayısıyla bombalanmamızın benim için en güzel yanı tüm ailenin bir arada uyumasıydı. Sanki cennetteydim! Annem, babam, kardeşim ve ninemle dedem... Hiç yalnız değildim! Bazen bombalar yakınımızda büyük gürültüyle patladığında babam ‘herhalde geçen kamyon yoldaki çukura düşmüştür’ gibi benim yüreğimi ferahlatmaya çalışacak açıklamalar getirmeye çalışırdı. Ben de yutar gibi görünürdüm!”

“[…]Bombalanma durup sirenler sustuğunda antrenman vaktiydi. Bu genellikle sabahları altıdan sekize ya da yediden dokuza olurdu. Koşullar elverdiğince normal yaşamaya çalışıyorduk. Ama bazen garip uygulamalarla karşılaşıyorduk. Anımsadığım kadarıyla bir 12 yaş altı turnuvasında sirenler çalmaya başladığında maç oynanıyorsa bırakamıyorduk. Çünkü maç sonuçlanmalıydı! Ama yeni bir maç koymuyorlardı. Sirenler çalarken hiç maç oynamadım ama oynanırken izledim. “
“[…]Adı üzerinde çocuktuk işte. Bombaların arasında bile bir şenlik yaratabiliyorduk. Bir sürü turnuva oynanıyordu. On yaş altı, on iki yaş altı... Her birinde günde iki ya da üç maç oynuyorduk. Maç aralarında yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Biz de saklambaç oynuyorduk. Zaten savaşın bizim için en güzel yanı okulun olmayıp oyunun ve tenisin hep var olmasıydı!
YOKLUKLAR İÇİNDE TENİS
Çocukların sonraki antrenörü ise sabahlardan ziyade öğle saatlerinin antrenman için daha sağlıklı ve bombalardan uzak olduğunu anımsıyor. “Öğlen 12:00 ile 14:00 arasında durum sakindi. Onun için antrenmanlarımızı bu saatlerde yapıyorduk. Zaten öyle bir durumdaydık ki zaman kavramı bir süre sonra gerçeküstü kalıyordu. Yaşam, NATO uçaklarından mümkün olduğu kadar sakınmak üzerine koşullanıyordu!”

Tenis burada hiçbir zaman esas oğlan değildi. Futbol ile basket başı çekerken*, çökmekten beter olmuş ekonominin içerisinde tenis, yaşamda tutunmaya çalışıyordu. Kulüpler tesislerini uzun yıllardır yenileyememişti. Bu durumda düzlüğe benzeyen her alan uygulamaya giriyordu. En güzel örneği ise kullanılmayan bir olimpik yüzme havuzunun, boşaltıldıktan sonra, zeminine halı serilerek (eninin darlığından) bir tekler kortu haline getirilmesiydi.  
Genç kadın devam ediyor: “Ailecek, mahallecek hepimiz bir aradaydık. Tüm gün kortta raket sallıyorduk. Güvenlik açısından bulunduğumuz yerle kentin herhangi bir köşesinin hiç farkı yoktu. Bombalar nerede olsanız size erişebiliyordu. Ama bunu evde oturup beklemek de insanı çıldırtacak bir şey. Biz de günü kortta geçirip, akşam yedide eve dönüp, kapalı perdelerin ardında, zifiri karanlıkta belki de kaderimizi bekliyorduk.” 
İYİMSER OLMAYA DEVAM
Sevgili okuyucu, yazımın buraya kadar olan bölümünde yer alan oğlan ve kız savaşın ve terörün üstesinden gelindiğine de şahit oldular. Savaş ve terör bitip, barış, normal yaşama yerleştikten sonra  tenis dünyasının doruklarına çıktılar. O doruklara tırmanırken çok olasıdır ki çocukluklarından, gençliklerinden, benliklerinden nice ödünler verdiler. Muhakkak ki bu ödünler Federerler’in, Nadallar’ın ve hatta Williamslar’ın özverilerinden çok daha dramatikti. İşte savaşın en vahşisini, terörün en sapkınlığını yaşamış bu çocuklar kim biliyor musunuz? Şimdilerde zerafetleri, sevecenlikleri ve hepsinin ötesinde insanlıkları ile çoğumuzun sevgisini kazanan Ana Ivanovic ile Novak Djokovic. İkisi de tarihin en büyük gaddarlıklardan birini gerçekleştiren Sırbistan ülkesinin birer vatandaşı. Bakın ne diyor Novak Djokovic:
“Özel ya da sosyal yaşantımın her dakikasının bilincindeyim. Bu benim kuşağımdaki her Sırp vatandaşının içine işlemiş bir şeydir. Sırbistan’dan geldiğimiz için bize bir sürü nahoş klişelerle yaklaşılacağını bilerek büyüdük ve geliştik. Bu nedenle davranışlarımıza özen göstermemiz gerektiği adeta beynimize kazındı. Bizler ailelerimizin ve ülkemizin elçileri olarak içimizdekilerin hep en iyisini yansıtmak zorundayız. Bu sorumluluğu büyük bir saygı ve onurla taşıyorum. Ülkemin portresini olabilecek en iyi şekilde çizdiğimi umuyorum.”

Bir zamanlar herkesin gıptayla baktığı Yugoslavya iken, etnik ve dini kökeni ne olursa olsun tüm vatandaşlarına hizmet etmek yerine, hodbin, kafatasçı  ve salt çoğunluğun çıkarları için çalışmayı yeğleyen hükümetlerin sebep olduğu bir iç savaşla paramparça olmuş ve 7(**) ülkeye bölünmüş bir yer burası. 

Sizlere her durumda iyimserliğin, olgunluğun daima galip geleceğini, karamsarlığa kapılıp, yeis içerisinde çırpınmanın çare olmadığını anlatmak istedim. Doğru bir tanedir. İkincisi olmaz. İzlemeye ve hoş kalmaya çalışın. 

* Bu yazı Tenis Dünyası dergisinin 76. sayısında yayınlanmıştır.